Welcome Guest: S’enregistrer | Connexion
 
FAQ| Rechercher| Membres| Groupes
 
Bir Katolik Ermeninin Tanıklığında Soykırım - SERDAR KORUCU
 
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet
Armenian on web Index du Forum -> Courant / Contre-courant (points de vue - Տեսակետ - Görüş açısı) -> Livres – Գիրքեր / Մատենադրան - Kitaplar
Sujet précédent :: Sujet suivant  
Auteur Message
mafilou
Administrateur
Administrateur

Hors ligne

Inscrit le: 04 Sep 2006
Messages: 15 952
Point(s): 47 809
Moyenne de points: 3,00

MessagePosté le: Ven 22 Sep 2017 - 01:05
MessageSujet du message: Bir Katolik Ermeninin Tanıklığında Soykırım - SERDAR KORUCU
Répondre en citant

SERDAR KORUCU YAZDI

Bir Katolik Ermeninin Tanıklığında Soykırım


Simon Arakelyan’ın ‘Ankara Vukuatı / Menfilik Hatıralarım’ kitabı Aras Yayıncılık’tan çıktı. Kitabın en önemli özelliği soykırıma şahit olarak yazarın Ankara’daki Katolik Ermeni toplumu içinden gelmesi.
Serdar Korucu

İstanbul - BİA Haber Merkezi
12 Ağustos 2017,



Simon Arakelyan, Ermeni Soykırımı ardından hayatta kalan ve tanıklığını yazanlardan biri. Ancak ünlü bir yazar değil. Her ne kadar ilk kitabının sonunda ikincisini müjdeliyor olsa da, bugüne kadar bilinen tek eseri Ermeni harfli Türkçe olarak yazdığı ve 1921’de İstanbul’da Simon Ohanyan Matbaası’nda basılan “Enkare Vukuatı ve Menfilik Khatıratım”.
Murat Cankara’nın editörlüğünde Türkçesi sadeleştirilen ve Latin harflerine çevrilen “Ankara Vukuatı” Aras Yayıncılık tarafından basıldı. Kitap pek çok açıdan kıymetli. Ancak en öne çıkan yanı Ankara’daki Katolik Ermeni toplumu içinden bir tanığın eseri olması. Zira bugün hala Katolik Ermenilerin tehcir kararından etkilenmediklerine dair bir kanı varlığını sürdürüyor. Konunun uzmanı olduğunu iddia edenler arasında bile…
Simon Arakelyan, Ankara’dan başlayan ve İstanbul’da noktalanacak 122 günlük dehşetli yolculuğunu anlattığı kitabında, dönemin Katolik Ermeni toplumunun ruh halini anlatıyor. Ankaralı Ortodoks Ermenilerin katledildiklerini haber alan Katoliklerin her günü korkuyla bekleyişlerini…
Arakelyan’a göre Ortodoks Ermeniler, Katoliklere göre tabiri caizse daha “bahtiyar”. Çünkü onlar “en gaddar ve vahşi bir surette kat-ledilseler” de katledilecekleri yere varıncaya kadar başlarına gelecekleri bilmezler. Ancak Katolik Ermeniler, onların “kanlı elbiselerini ve parmakların¬daki nişan yüzüklerini katillerinin elinde” görür. Ve hayattan ümidi keserek ölümü beklemeye başlarlar.
“Eğer selametini müslüman olmakta görürsen…”



Bu süreçte taşradan şehir merkezine birbirinden kanlı, acı dolu ölüm haberleri gelir, Ankara’nın sokaklarını günden güne doldurur. Arakelyan sadece Ermenilerin değil, faillerin de anlatılarına yer verir kitabında. Mesela Gicik köyünden Topal Hoca gibi: “Ermenileri itlafa başladık. Bir feryat figandır gidiyordu. (…) Köylüler gelinceye kadar ben beş kadar Ermeni öldürmüştüm. Sonra yoruldum.”
Evli ve bir çocuğu olan Simon Arakelyan, Katolik Ermenilerin de toplanacağı söylentisi artınca çevresindekilerle birlikte çözüm yolu arar. Civar dağlarda mağaralarda saklanmak, kılık kıyafet değiştirip köy köy dolaşıp İstanbul’a kaçmak gibi. Ancak bunlar da imkansız görünür. Çünkü tüm yollar çetelerle doludur. Kaçış yollarından biri olarak görünen din değiştirme ise işe yaramamaya başlamıştır. Çünkü son anda din değiştirenler kabul edilmez. Buna rağmen Simon Arakelyan tutuklandığında eşine vasiyetinde isteksizce “Eğer selametini Müslüman olmakta görürsen, sen kendi istediğin gibi yapabilirsin” der. Ancak çocuğu için kararı nettir: “Müslüman olmaya karar verdiğinde bu çocuğu ya Gözönü’ne veya bir kuyuya atacaksın. Bunun günahın¬dan ve mesuliyetinden sen hiç korkma.”
“Bu hınzır kafirleri niçin gebertmiyorsunuz?”
Tutuklama kararı sonrasında Katolik Ermenileri acı dolu bir yolculuk bekler. Yolda “Allah rızası için bir yudum su veriniz” de¬dikçe, “Siz bu suya layık değilsiniz, melun kâfirler. Bunlar ümmet-i Muhammed’in yaptırdığı çeşmelerdir, bunlardan yalnızca onlar su içebilir” yanıtını alırlar. Ya da Kaman Köyü’nden geçerken kendilerine “Bu civarın köylülerinin de hepsi Ermeni öldürmeye alıştığından, yarın buradan sağ salim ayrılıp yola çıkmanız neredeyse imkânsız” denilir. Ankaralı Katolik Ermeni kafilesi Kırşehir’de halkın arasından geçirilip hapishaneye konulduktan sonra Avuç köyüne girişi sırasında köyün kadınlarının “Kahrolası ‘gâvur’lar, Allah belanızı versin” bağırışlarını duyar. Bazı köylüler ise muhafız asker ve jandarmalara ayran ve su verip şöyle der: “Bu hın¬zır kâfirleri niçin gebertmiyorsunuz da bu yüzden kendiniz de eziyet çekiyorsunuz?”
Simon Arakelyan kitabında kafilede yer alanların hissizleşmesini de anlatır. “Ölenin cesedi üzerine üşüşerek kıyafet, ayakkabı, fes gibi ne kadar eşyası varsa kapışıyorduk” der. Kendi ifadesiyle “karınca gibi muhacirler” arasında yer alarak Pozantı, Gülek ve Tarsus’a gider. Büyük bir şans eseri hayatta kalma ihtimalinin neredeyse hiç olmadığı Der Zor’a gitmekten son anda kurtulur.
Arakelyan’ı asıl etkileyense dönüş yolunda kendilerinin de çaresizlik içinde kalıp muhtaçlara yardım edemeyişleridir. Onlardan biri sürekli “Mayrig!... Morakuyr!...” yani “Anne!... Teyze!...” diye bağıran dokuz on yaşlarında bir Ermeni kız çocuğu, bir başkasıysa yirmi-yirmi iki yaşlarında beş aylık hamile bir Ermeni kadındır. İlkine zeytin ekmek, ikincisine biraz para ve su vererek yanlarından ayrılırlar. Arakelyan kitabının başından beri “İnsanoğlunun, hangi işte olursa olsun, sırf ken¬disini düşündüğü hususunda bütün mevcudiyetimle ısrar edeceğim” der ve yaşadıklarından sonra tüm insanlığa tepkilidir:
“Merhamet, yalan. Muhabbet, yalan. İffet, sadakat, doğru¬luk, yine yalan. Vefa, ciddiyet, hatta fazilet; yalan, yalan, yalan. İnsanların kendi kendilerine bahşettikleri bu parlak sıfatlar, insanlara atfedilen daha başka yaldızlı meziyetler hep yalan, en büyük yalanlardır. Bizim bu konudaki naçizane düşüncemiz, daha doğru¬su hakikat, şudur ki, insanın hemcinsine karşı herhangi bir yardımda bulunması ancak kendisine en ufak bir zarar gelmemesi, en ehemmiyetsiz bir tehlikenin söz konusu ol¬maması şartına bağlıdır.”
“Bu komisyona ‘gasp edilmiş mallar’ adı daha doğru olmaz mı?”
Arakelyan Ankara’ya dönmeyi başardığındaysa çok şeyi değişmiş bulur. Dahiliye Nezareti tarafından kurulan ve Ermeni menkul-gayrimenkullerine el konulması sürecini yöneten “Emval-i Metruke Komisyonu” etkilidir.
“Bu malları haraç mezat satıyorlardı. Ama ne mezat!... Ama ne satış!... Tam manasıyla bir yağma! (…) O güzelim eşyalar; altın ve gümüş kap kacak, piyanolar, sofra takımları, avizeler, karyolalar, halı¬lar, yatak yorgan, kilim ve seccadeler; toptan fiyatına, bir iki yüz liraya birisine devrediliveriyordu. (…) Peki bunlar hangi terk edilmiş mallardı? Bu malları kim terk etmişti? Elleri kolları bağlanarak katledilmiş yahut memleketinden sürülmüş insanlardan kalan mallara “terk edilmiş mallar” denebilir mi? Bu komisyona Emval-i Mağsube (gasp edil¬miş mallar) adını vermek daha doğru olmaz mı?”
“Ey aziz vatan! Bizi senden ayıranlara binlerce lanet olsun!”
Simon Arakelyan ailesine kavuşur kavuşmasına ancak kitabının başında yer verdiği “Hiçbir Ermeni ve Katolik Ermeni kalmayacak” söylentisi yine başlar. Bunun üzerine ailesiyle İstanbul’a gitmeye karar verir. Ve Ankara’dan “o uğursuz yer” diye bahseder satırlarında. Hemen ardındansa anavatanına şöyle seslenir:
“O ‘uğursuz’ yer mi? Ecdadımızın yattığı mukaddes top¬rak, doğduğumuz yer olan sevgili ve aziz vatan! Biz senin su ve toprağınla yoğrulduk, temiz havanda yetişip boy attık. Birçok sevdiğimizi ebedî istirahatleri için senin kucağına teslim ettik, senin sinene gömdük. (…) Seni her yerde özler, daima hasretle yad ederken, senin için ne kadar ağır bir söz söyledim! Biz seni cidden seviyorduk, hâlâ da seviyoruz. Ey, aziz vatan! Sen bizim için her zaman mukaddessin. Bizi senden soğutmak iste¬yenlere, bizi senden ayıranlara binlerce lanet olsun!”
Toprağından koparılan Arakelyan, kitabının sonunda, yani İstanbul’da geçirdiği günlerinde Ankara Yangını’nın haberini alır. Doğduğu, büyüdüğü, evlendiği, bağlı olduğu şehrin iki gün üç gece süren yangında yok oluşunun… Ve bu konuda yazdığı satırları sadece Ankara’nın değil, bir ülkenin nasıl yerle bir edildiğini ortaya koyar:
“Birkaç kişinin ‘himmetleri’ neticesinde güzelim Ankara şehri letafetini, bayındırlığını kaybederek sıradan bir köye, bir harabeye dönmüştü. (…) Birisi doğradı, parça¬ladı; öbürü yaktı, kül etti. Vatana bundan daha büyük hiz¬met düşünülebilir mi?” (SKÇT)

Serdar Korucu
Gazeteci. Dimitrios Kalumenos'un Objektifinden 6/7 Eylül 1955 1. Ve 2. Cilt kitapları ile Aris Nalcı ile birlikte yazdıkları 1965: 2015’ten 50 Yıl Önce 1915’ten 50 Yıl Sonra kitabının yazarı.
_________________
Emeğe saygılı olun, alıntılarınızda link gösterin ...


Revenir en haut
mafilou
Administrateur
Administrateur

Hors ligne

Inscrit le: 04 Sep 2006
Messages: 15 952
Point(s): 47 809
Moyenne de points: 3,00

MessagePosté le: Ven 22 Sep 2017 - 01:36
MessageSujet du message: Bir Katolik Ermeninin Tanıklığında Soykırım - SERDAR KORUCU
Répondre en citant

Demek, orası Ermeni mezarlığı değil…

18 eylül 2017
Yetvart Danzikyan
https://www.artigercek.com/demek-orasi-ermeni-mezarligi-degil#.Wb-shmyOzPR.…

“Burası Ermeni mezarlığı değil” diyenlere verilecek cevap, sosyal medyada defalarca verildi: Türkiye aslında koca bir Ermeni mezarlığı.
“Hapishaneye girdikten sonra hepimiz bir köşeye çekilip bit temizlemeye koyulduk çünkü bu pis mahluk vücutlarımızı baştan aşağı istila etmişti. Dışarıya çıkmamıza katiyen müsaade etmediler. Kocaları öldürülmüş ve kendileri de Müslüman yapılmak maksadıyla alıkonulmuş birkaç Ermeni kadın, hapishanenin kapı ve penceresinden bize ekmek ve ufak tefek çorap çamaşır verdiler. Zavallılar kendileri de fakir yahut fakirleştirilmiş insanlardı. Fakat milletdaşlarının bu sefil ve perişan halleri onlarda bir merhamet uyandırıyor, kendi ihtiyaçlarını bizimkilere feda ediyorlardı.

(…)
7 Eylül gününü hapishanede geçirdik. Rahmi bey yanımıza gelip bizi Kayseri’ye kadar ulaştırmak için Ankara’dan emir aldığını ertesi gün yola çıkacağımızı haber verdi. Bize menfa yerimizin Kırşehir olduğuna dair söylenen sözün yalan olduğunun anlaşılması üzerine hepimiz son derece kaygılandık. Kırşehir’de bulunduğumuz süre içerisinde memleketteki ailelerimize yahut İstanbul’daki tanıdıklarımıza telgraflar çekerek para talep etmiştik., fakat ya telgraflar çekilmemiş ya da ya da cevapları bize ulaşmamış olmalı ki, kimseye para gelmedi. Pek az kimsede beş on kuruş kalmıştı.”
Bu satırların yazarı Simon Arakelyan, Ankaralı Katolik bir Ermeni. Resmi tezlerde dile getirilen 1915’te Katolik Ermenilerin başına bir şey gelmediği söylemini kıran bir hatıratı var. Geçtiğimiz haftalarda “Ankara Vukuatı- Menfilik Hatıralarım” başlığıyla Murat Cankara’nın editörlüğünde Aras Yayınları tarafından yeniden basıldı bu hatırat. Birkaç açıdan ilginç bir kitap bu. Öncelikle Ermeni harfleri ile Türkçe yazılmış. İlk olarak bu haliyle 1921’de İstanbul’da basılmış. Aras Yayınları’nın bastığı edisyon sayesinde Latin harfleri ile ilk kez basılmış oluyor. Kendisi de bir devlet (reji) memuru olan Arakelyan kitapta sürgün ve katliam öncesindeki havayı, tehlikenin nasıl da yaklaşmakta olduğunu, bu tehlikeye bazılarının nasıl da bir türlü inanamadığını, ilk Katolik kafilenin nasıl da katledilmek üzere çetelere teslim edildiğini ve katledildiğini, ikinci kafile olan kendilerinin nasıl da Ankara’dan umutsuz bir yolculuğa çıktığını, tam katledilmek üzere iken Katoliklerin Talat Paşa ile yaptıkları bir pazarlık sonucu ölümden kurtulduklarını çok canlı ve vurucu satırlarla anlatıyor. Alıntıladığım bölüm, Ankara yakınlarındaki katliam alanından kurtulduktan sonra getirildikleri Kırşehir Hapishanesi’nde yaşadıkları günlerden bir kesit.
Peki niye mi bunları anlatıyorum şimdi durduk yere? Pek de durduk yere değil. Cezaevindeki HDP’li siyasetçilerden Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un Ankara’daki cenazesinde olanlar pek çok açıdan toplumun bir kesimini rahatsız etti. Bir insana mezarında bile rahat verilmemesi herhalde bunların en başında geliyor. Hele ki buna ırkçılık ve ayrımcılık eşlik edince. Devlet destekli milliyetçi/ırkçılığın Kürtlere olduğu kadar Alevilere yönelik de beslediği nefretin bir parçasıydı cenazede olanlar, belli ki. Ancak iş orada kalmadı. Aileyi, cenazeyi topraktan çıkarmak zorunda bırakan o saldırgan ırkçılık, öyle duyuyoruz ki arada bir de “Burası Ermeni mezarlığı değil” sloganları atmış.
Böyle şeyler duyunca kendimi bazen hemen laf edemez, bir süre susar, diline geleni evirip çevirir, içimden geçenleri tam tarif edemez halde buluyorum. Bir kere, her şeyi baştan anlatmak ağır geliyor, hele hele bunu neredeyse her hafta yapmak durumunda kalınca.
Bir halk düşünün ki yaşadığı topraklardan kazınmış, sürülmüş ve başına ne geldiğini her Allahın günü ispatlamak zorunda. Üstelik 100 yıldır. Bunu sağlayan, bir devlet politikasıdır. Ve bu devlet politikasının kindarlaştırdığı gruplar, cari devletten yeşil ışık aldıklarında, karşılarındaki insanları sıkıştırmak ve ezmek için pek çok şeyin yanısıra Ermeni düşmanlığı sergilemekte gayet rahat olabiliyorlar. Niye? Çünkü atmosfer benziyor. Niye, çünkü iktidar, bu sefer başka bir halka dünyayı dar etme peşinde. Niye, çünkü 15 Temmuz darbe girişiminin bile Ermeni işi olduğunu söyleyen AKP siyasetçisinden bol bir şey yok ülkede. Niye, çünkü Kürt meselesinde ne zaman savaş seçeneği tercih edilmişse araya bir de Ermeni düşmanlığı sıkıştırmaktan “Ya biz yani Kürtlerle Türkler aslında anlaşırız, meseleyi Ermeniler karıştırıyor, onlar olmasa her şey çözülür” formülünü söylemekten ya da birilerine söyletmekten vazgeçmiyor bu devlet.
“Burası Ermeni mezarlığı değil” diyenlere verilecek cevap, sosyal medyada defalarca verildi: Türkiye aslında koca bir Ermeni mezarlığı. Ama onun da özelinde, Ankara civarı da aslında koca bir Ermeni mezarlığı. En gaddar katliamlardan bazıları orada yapıldı, 24 Nisan’da alınan aydınların bir kısmı Ankara, Çankırı, Ayaş yollarında katledildi.
Sonra ne oldu? Dersimli Hatun Tuğluk, Ankara’da bir mezarlığa gömülemedi, “Burası Ermeni mezarlığı değil” denerek. Üstelik bu gruptan birinin olaydan sonra karakolda İçişleri Bakanı ile çekilmiş bir fotoğrafı ortaya çıktı. İçişleri Bakanı konuyla ilgili açıklamasına “Aşağılıksınız” diye başladı. Ha bu arada Van gölü kenarındaki Ermeni mezarlığı üzerine yapılan plaj ve tuvaletin akıbetinden haberimiz yok hala.
Başladığmız kitapla bitirelim. Simon Arakelyan çok zor şartlar içinde sürgün kafilesi ile Tarsus’a Gülek geçidine kadar gelir ancak sonraki istasyon olan Der:Zor’a gidişin bu kez kesinkes bir ölüm yolculuğu olacağını anlamıştır. Şansının da yardımıyla o ölüm boğazından kurtulmayı başarır. Tam 122 gün sonra Ankara’ya dönmeyi başarır. Gördüğü manzara şudur:
“Ankara’nın o zamanki hali cidden dehşet verici idi. Ermeni ve Ermeni Katolik erkek ve kadınlar Ankara’dan sürülüp çıkardıktan sonra onların mağazalarında ve evlerinde ne kadar ticari mal, ev eşyası ve başka ne varsa hepsini toplayıp kiliselere ve depoya çevirdikleri büyük evlere doldurmuşlar ‘Emval-i Metruke’ adında bir komisyon kurmuşlar bu malları haraç mezat satıyorlardı. Ama ne mezat… Ama ne satış… Tam manasıyla bir yağma.”
Devamını yazmayayım ve Arakelyan hakkında şu bilgileri vereyim. 1922’den sonra Fransa’ya göç eder, 1939’da Fransa vatandaşı olur ve aynı yıl Paris’te ölür.
_________________
Emeğe saygılı olun, alıntılarınızda link gösterin ...


Revenir en haut
Montrer les messages depuis:   
Armenian on web Index du Forum -> Courant / Contre-courant (points de vue - Տեսակետ - Görüş açısı) -> Livres – Գիրքեր / Մատենադրան - Kitaplar Toutes les heures sont au format GMT + 1 Heure
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet
Page 1 sur 1
Sauter vers:  

 



Index | Créer un forum | Forum gratuit d’entraide | Annuaire des forums gratuits | Signaler une violation | Charte | Conditions générales d'utilisation
phpBB
Template by BMan1
Traduction par : phpBB-fr.com